Mevzu Ne…

Her şey ama her şey bir yazıyla başladı. Ömür sayfasının takvim yapraklarıyla eşdeğer olduğu, gün geçtikçe yaşlılık hikâyelerinin dilden dile dolaştığı gençlik denilen bir sayfanın yıllara hükmedemediği vaktin bir hayli geç olduğu günlerden…

Akşamüzeriydi. Günün yorgunluğu ile dalgın ve bir o kadar da umursamazcasına, adım attığı kaldırım taşlarında soğuk bir kış günü falan değil, havanın biraz rüzgârlı olduğu bir günde, ayakta durmaktan yorulmuş, gelecek olan minibüsün en arka koltuğunda yolcuların yorgun bakışlarında, seyredecekti hayatı… Seyre daldığı birkaç yol kenarında müşteri bekleyen dükkânlar, sobanın yanı başında ısınma telaşında olan, karşıdan karşıya geçmek isteyen birkaç insan…

Ve doğanın akışı içerisinde sonbahardan nasibini almış ağaçlar…

Bilemediği çözemediği bir garipliğin içinde sanki öylesine dünyayı seyrediyordu. Ya göremedikleri ufuk çizgisinin varlığı, kutup yıldızının kuzey yarım kürede yönünü kaybetmiş, bir kaptanın pusulasında anlamını düşünüyordu. Neredeydi ne işi vardı burada.

Bir yaz mevsiminin sıcak, kurutucu etkisinin var olduğu günlere geri dönmüştü. Zihninde yaptığı yolculuk, anılarda canlanacaktı fakat elinde ki baktığı bir resim falan değildi, zihinlerde kalmış bir günün film şeridi gibi geçtiği o anın içinde, boş gözlerle dalgın seyrediyordu.

İnsan, söylediği iki ya da daha fazla cümleyle akıl yürütmelerini tamamlama gayretinde. Eksik çıkarımlar, bakın yanlış anlamalar demiyorum. Eksikti insan…

Ve herkes anladığını konuşuyordu bu limanda. Görmek, tanımak ve bilmek… Eksik kalan kısmı tamamlama gayretinde olan üç kelime… Bir çift gözün gülümseyen çehresinde, boş vermişçesine, görmeden tanımadan ve bilmeden verilmiş bir kararın tek başına yürürlüğe konması gibi bir şeydi bu.

Ve öyle de oldu.

Yılların hüküm sürdüğü şaşkınlığın bitmediği her yeni bir günün sayfasındaki anıların beyinlerde bıraktığı izle kaldı insan…

Neyin peşinde neydi derdi. Derman aramak için yola koyuldu. Dünyayı tanımanın ilk heyecanıyla başladı hayat fakat ilk ağlama sesleri de o vakitlerde duyulmuştu. Neye ağlardı insanoğlu.

Sessiz bir çığlığın nadasında titredi. Yağmur yağar, kış gelir, sonbahar olur, ilkbaharda çiçekler açardı. Bildikleri bundan ibaretti belki…

Kutup soğuğunda titreyen havanın, çöl sıcağında serilmiş kum örtüsünün varlığı neredeydi. Sessizce düşünmeli miydi?  Bir gençliğin, bir ömrün yazıldığı, bir sürecin içinde misafirliğini yaşıyordu.

Öksüz ve yetim bir dünyanın tam merkezinde garip kalmanın sancısıydı bu. İnsanoğlunun ilk bunaltısı değildi bu…  Bir yarış vardı sanki kuşbakışı görünüşte… Herkes ama herkes koşuşturuyordu sabahın ilk saatlerinde, elektrik lambalarının gündüzün aydınlığında kaybolduğu anda koşuşturuyordu insan…

Gelir miydi? Tekrar diyordu ve sessizce mırıldanıyordu yanı başındakine… Gerçekten gelir miydi?

Gelecek olan neydi yaz dan kalma sıcak ve bir o kadar da bunaltıcı vakit miydi?

Hayır…

Yolculuk zihinde bir yaz mevsimine değil, ya da o günlerin anısına değildi galiba…

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.