Coğrafyanın Hikâyesi (DAĞ ÇALISI)

Bitmek tükenmek bilmeyen bir hikâyenin can alıcı noktasında kalmıştı. Süreç ilerliyor, iklim şartları değişiyordu. Karasal iklimin hüküm sürdüğü, pervasızca geçen mevsimlerin şarkısı, ne yazık ki umudun sonsuz penceresinde seyrediyordu, mevsimin renklerini…

Bir umuttu belki, bir umudun bekçisi olmak, sonsuzluğun yalan yüzünün, ihtiyarlayan çehresinde tükenmeyen bir umut…

 

Dağ çalısının hikâyesiydi bu…

Yürüyüşü esnasında dağlık bir arazinin bol oksijenli ortamında nefes almış, bir kayanın yanı başında, akarsuyun geçtiği, atmosferle yeryüzünün birbirini seyre daldığı, şehrin dışında, küçük bir köyün, rüzgârlı, büyük kayaçların ev sahipliği yaptığı bir ortamda yürüyordu.

Yürümek büyümekle eşdeğerdi.

Sade, bir o kadar gösterişsiz, berrak akan bir akarsuyun sessizce akışına dalmıştı. Nereye gider nereye akardı? Soruları içerisinde meraklı gözlerle bakıyordu.

Denizlere, okyanuslara yolcu muydu? Ya da düz bir arazide güneşin yakıcı bakışlarında solup, buharlaşıp, tükeniyor mu? Diye soracaktı kendine kendine…

Aylardan mayıs… Saatler ilkbaharı gösteriyordu. Çiçek açma telaşında olan toprağın bağrından, meyveye durmuş çiçeklerin, renk cümbüşünü seyrediyordu diğer yandan…

Yürümek büyümekle eşdeğerdi.

Düşünmekten yorulmuş heybetinin altında, masumiyetin korkusunu yaşayan bir araziden gelmişti ilk kazma sesleri…

Nerden bileydi… Gün gelecek bir bahçıvanın gözüne ilişeceğini… Neredeydi; ne oluyordu demeye kalmadan bir bahçenin tam ortasında bulmuştu kendini… Merak ettiği o akarsu neredeydi… Rüzgârın estiği, soğuktan titreyen toprak neredeydi…

Göç edecekti, yine büyüyecek fakat bahçenin yeni çalısı olarak devam edecekti yürümeye… Bahçe yemyeşil çayırların her tarafı kapladığı, çeşit çeşit ağacın birbirine komşu olduğu, bakımlı düzenli bir yerdi.

Yaşlanan bir dünyanın kıymet bilen döngüsünde, yeniden doğuşun coşkusuydu belki bunlar…

Fakat öyle olmadı…

Zor olan neydi… Galiba alışmaktı. Alışmak vakit isterdi… Toprağın varlığına, yanı başında neşeli bakışlarla süzen çayırların hikâyesine alışmak vakit isterdi.

Açmadan solmak mıydı bunun adı… Vakit ilerliyor ve dağ çalısı açmadan solmuştu… Ve bir solan o değildi galiba, sonbaharın vakti gelmiş… Yapraklar, ağaçlardan süzülüyordu.

Bitmek tükenmek bilmeyen bir hikâyenin can alıcı noktasında kalmıştı. Süreç ilerliyor, iklim şartları değişiyordu. Karasal iklimin hüküm sürdüğü pervasızca geçen mevsimlerin şarkısı, ne yazık ki umudun sonsuz penceresinde seyrediyordu, mevsimin renklerini…

 

HİKÂYE BU YA, İŞTE BU DA DAĞ ÇALISININ HİKÂYESİYDİ…

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.