Şair ve yazarlar bir toplumun önde gelen aydınlarıdır. Toplumun dilini, kültürünü, düşünce dünyasını farklı şekil ve muhtevayla işleyerek geliştirirler. Bu bakımdan onlara dil, edebiyat ve kültür işçileri denilebilir. Mazi ve ati arasında köprü kurarak toplumdaki kültürel hafızanın devamlılığını sağlarlar.
Mamafih toplumun birçok özelliği, onların şahsında ve eserlerinde mücessem hâle gelebilir.
Bu sebeple şair ve yazarlar, içinden çıktıkları toplumun en mühim temsilcisi, rehberi ve elçileridir.
Uluslararası dil, edebiyat ve kültür etkileşiminde kendi milletlerini temsil ederler. Şair ve yazarları tanınan milletler de onların sayesinde avantaj sağlayarak kendi kültürel hususiyetlerini diğer milletlere daha rahat anlatırlar. Bundan dolayı şair ve yazarlar bir milletin en mühim değerlerindendir. Onların yeri kolay kolay doldurulamaz. Şöyle ki bir başka ülkeden birçok meslekten uzman kişi getirilip Türkiye’de istihdam edilebilir. Lakin şair ve yazar getirilemez. Yani bir Yunus Emre, Fuzuli, bir Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu veya Necip Fazıl Kısakürek gibileri ithal edilemez. Onlar bir milletin içinden doğal yollarla filizlenip yetişirler.
Toplumda bu kadar önemli bir yere sahip olan şair ve yazarlar; kişilikleri, sanatları, eserleri ve düşünceleriyle her zaman göz önünde olmuşlardır. Farklı psikolojileriyle mütemadiyen ilgi odağı olmuşlardır. Birçokları da sıra dışı bir psikolojiye sahiptirler. Devamlı değişip duran tepki ve duyguların mahkûmu olmuşlardır. Bir anda karamsar, bir başka anda da iyimser olabilirler. Bir bakarsınız mutluluk saçıyorlar, bir de bakarsınız ki öfke kusuyorlardır. Halkın deyimiyle habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yaparlar. Hayalleri hakikat, hakikatleri hayal olarak görebilirler. Bu sebeple onlar hem kendileriyle hem de çevreleriyle sorun yaşamışlardır. Nitekim şair ve yazarlar üzerinde kafa yoranlardan biri olan Sigmund Freud, şair ve yazarları nevrotik olarak nitelemiştir. Freud’un bahsettiği nevroz, aşırı ve yoğun yaşandığı durumda insanın yaşamını çekilmez hâle getirebilen ruhsal bir rahatsızlıktır.
Freud, daha da ileri giderek şair ve yazarları tam bir ruh hastası olarak tanımlamıştır. Bir sanatçı üzerinde dururken bir ruh hastasını teşhis ve tetkik eder gibi davranır. Ona göre sanat eseri, sanatçıların mahremlerini, egolarını, komplekslerini, kaygılarını, korkularını, zayıflıklarını, sapmalarını, çekingenliklerini, takıntılarını ve sorunlu hayallerini yansıtmaktadır. Freud buradan hareketle şair ve yazarların eserlerinde anlattıklarını birer semptom olarak görerek onlardaki psikolojik rahatsızlıkları psikanalitik yaklaşımla teşhis etmeye çalışmıştır.
Esasında bunlar psikolojik rahatsızlıklara kapı aralasa da sanatçılar için üretici olmanın bir yoludur. Onlar bu psikolojik sancıları yaşadıktan sonra bir eser üretebiliyor. Nasıl ki bir kadının doğumdan önce ve sonra psikolojisinde ciddi dalgalanmalar olursa sanatçıda da eser yazmadan önce ve yazdıktan sonra bunlara benzer değişimler görülür. Bazen bu ruhsal dalgalanmalar uzun süreli ya da kalıcı olabilmektedir.
Freud, bütün bunların yanında yazar ve şairleri gökyüzü ile yeryüzü arasında diğer sıradan insanların bilmediği pek çok şeyi bilebildiklerini, görebildiklerini ve yazabildiklerini söylemiştir. Alfred Adler de aynı kanaatti taşımaktadır. Ünlü Alman şair Goethe ise şairlerin, esinlenme gücüne sahip olduğu için başkalarının duyup da açıklayamadığı, büyük acı ve sevinçleri dile getirdiğine inanıyor.
Şair ve yazarların nasıl bir psikoloji içinde olabildikleri üzerinde fikir yürüttükten sonra Türk edebiyatına şöyle bir göz atalım. Edebiyatımıza baktığımızda psikolojik hastalıklara meyilli birçok şair
ve yazar olduğunu görüyoruz. Şüphesiz ki şair ve yazarların herhangi bir psikolojik rahatsızlığa mutlak suretle düştüğünü söylemek doğru olmaz. Üstelik böyle bir tespitte bulunmak bizim değil, psikiyatristlerin görev alanına girer. Biz sadece onların kişilik özelliklerinden hareketle psikolojik rahatsızlıkların bazı belirtilerini taşımış olabileceklerini söyleyebiliriz.
Mesela Beşir Fuat annesinde görülen cinnet (delirme) hâlinin kendisinde görülebileceğinden endişelenmişti. Günümüzde anksiyete olarak bilinen bu ruhsal durum, onu zamanla bir başka psikolojik rahatsızlık olan intihara(özekıyım)sürüklemişti. Abdülhak Hamit’te kadın ve alkole hastalık derecesinde düşkünlük vardı. Bu nedenle onda hiperseksüalite(cinsel doyumsuzluk) ve alkolizmin belirtileri bulunuyordu. Nitekim ona zendost(kadın düşkünü) deniliyordu. Tevfik Fikret’te birkaç kişilik barındırmasıyla dissosiyatif kimlik bozukluğunun, takip edilme korkusuyla paranoyanın, insanlardan kaçmasıyla sosyal fobi ve şizoid bozukluğunun belirtileri görülmekteydi. Ahmet Haşim fiziksel özelliklerinden her daim şikâyet edip durmuştu. Bu hâl, beden dismorfik bozukluğun belirtisiydi. Yine Haşim bazen aşırı mutlu bazen de aşırı mutsuz hâller yaşıyordu. Söz konusu davranışlarında da manik depresif (bipolar) bozukluğun emareleri vardı. Neyzen Tevfik herkesi hayretler içinde bırakan içki içmesiyle alkolizmin pençesinden kurtulamamıştı. Hüseyin Rahmi Gürpınar, hastalık kapma korkusunu takıntı (obsesif kompulsif’) hâline getirmişti. Bu hastalıktan dolayı evlenmediği bile söyleniyordu. Kendisini her zaman başkalarından üstün gören Necip Fazıl da narsisizmin(egoizm) emareleri vardı. Ayrıca o, iflah olmaz bir kumar bağımlısıydı. Ümit Yaşar Oğuzcan yaşadıklarından bunaldığı için defalarca intihar(özekıyım, suicide) etmeye kalkışmıştı. Konuşma zorluğu yaşayan Oğuzcan’da fonolojik bozukluğun belirtileri de bulunuyordu. Cahit Sıtkı Tarancı kendi içine kapalı bir kişiydi. Onda şizoid ve depresif bir ruh hâlinin işaretleri vardı. Ziya Osman Saba da insanlardan kaçtığı için sosyal fobi yaşıyordu. Nurullah Ataç’ta, asabi olmasından dolayı bir agresiflik vardı. Kemal Tahir, çok sevdiğini söylediği birine sonradan ağır küfürler edebiliyordu. Onun bu davranışı manik depresif (bipolar) bozukluğun emarelerini gösteriyordu. Bazen cinayet işlemek istediği zamanlar olduğunu söyleyen Ahmet Altan’da sadistlik belirtileri görülüyordu. Boğazdan geçen gemileri saymaktan kendini alamayan Orhan Pamuk’ta takıntının(obsesif kompulsif) işaretleri vardı. Çok ağır bir bunalıma giren Metin Kaçan da kendisine kıyarak(intihar) bu dünyadan ayrılmıştı.
Görüldüğü gibi şair ve yazarların bir kısmı her insanda doğuştan gelen duygu ve düşüncelerinde yani psikolojilerinde dengeli olamamışlardır. Kendi psikolojilerinin en derin yerlerinde kulaç attıkları için psikolojik hastalıklara ya yaklaşmışlar ya da düşmüşlerdir.
Yazar bey, intihar kelimesini bilmeyen gazete okuyucusu olmaz. Hangi endişeyle bu kelimeyi açıklama ihtiyacı hissediyorsun? Hele hele Türkçemizin bin yıllık kelimesini ingilizce bir keliyle açıklamanın manası ne? Okuyucuların mı ingiliz yoksa intihar kelimesiyle ilk defa mı taştırıyorsun? "Öze kıyım" tamlaması ne demek? Biri birinin özüne nasıl kıyıyor? Üveye kıyımı da tarif edin bari.