Müslümanların Zenginleşme Güç Ve Adaletle İmtihanı

Tarih, zenginleşen her milletin ve medeniyetin adaletle mi yoksa zulümle mi yol alacağını sınayan bir mîzan gibidir. İslam ümmeti de, asr-ı saadetten bugüne kadar hem ferdî hem de siyasi planda bu imtihanla defalarca yüzleşmiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Mekke’nin zorlu yıllarında olduğu gibi Medine’de devlet gücüne sahip olduktan sonra da adaletin timsali olmuş, “Zenginlik nefsin hırsını artırır, takva ise onu terbiye eder” düsturuyla yaşanacak istikbâle ışık tutmuştur. Lakin zamanla, güçle gelen zenginlik; adalet terazisinin dengede kalmasını her daim zorlaştırmıştır. Bugün İslam coğrafyasına baktığımızda petrol ve servetle donatılmış diyarların, mazlumların feryadına kulak tıkadığı, kavi olanın değil, haklı olanın galip geldiği o kadim çizgiden saptığı bir dönemin içindeyiz.

 

İslam tarihinde zenginlik, daima iki yönüyle anılmıştır: Allah’ın bir nimeti ve kulun bir imtihanı. Bu imtihan, kimi zaman zenginlik ve iktidarla yüzleşen yöneticilerin adalet terazisinde, kimi zaman da servet sahibi olan fertlerin infak bilincinde kendini göstermiştir. Ashâb-ı Kirâm’dan Abdurrahman b. Avf gibi zengin sahabiler, mallarını Allah yolunda infak ederek zenginliğin şımartmadığı örnek şahsiyetler olmuşlardır. Hz. Ebubekir’in, hicret esnasında tüm malını Allah yolunda harcaması, zenginliğin kalpte değil, elde durduğuna en güzel delildir.

 

Ne var ki tarih boyunca ümmet, yalnızca bu örnekleri değil; zenginliği bir istibdat aracı olarak kullanan yöneticileri, servet hırsıyla zulme sapanları da tecrübe etti. Emevîler devrinde hilâfet sarayları görkemli yapılara dönüşürken, bir kısım halk yoksullukla mücadele ediyordu. Abbasîler döneminde bazı halifeler, servetlerini israfla tüketirken, Bağdat’ın kenar mahallelerinde ilim talebeleri açlıkla mücadele ediyordu. Bu tezat, İslam’ın özünden sapmanın ne kadar kolay ve ne kadar tehlikeli olduğunu gösterir.

 

Osmanlı Devleti, bu dengeyi uzun süre koruyabilmiş istisnai bir örnek olarak öne çıkar. “Devlet-i ebed müddet” idealiyle kurulan Osmanlı, zenginliğe ulaşmış, ancak onu vakıf müesseseleriyle halka döndürmeyi başarmıştır. Hemen her mahallede bir vakıf, bir imaret, bir medrese inşa edilmiş; halk ile devlet arasına hayır köprüleri kurulmuştur. Sadece İstanbul’da değil, Kudüs’ten Üsküp’e kadar kurulan vakıflar sayesinde dul kadınlar, yetimler, garipler himaye edilmiş, “sadaka-i câriye” şuuru bir medeniyete dönüşmüştür.

 

Sarayın en görkemli dönemlerinde bile, sultanın iktidarını dengeleyen bir şeyhülislam, onu uyarabilecek bir kadı, onu hatırlatacak bir vaiz vardı. Bugün ise İslam dünyasının büyük bölümünde bu denge mekanizmaları ya yok olmuş ya da etkisizleşmiştir. Zenginlik, artık bir hayır vesilesi değil; lüksün, şatafatın ve bireysel tüketimin sembolü hâline gelmiştir. Petrol gelirleriyle zenginleşen Körfez ülkelerinde, servet gösterisi adeta yarışa dönüşmüş; bir yanda yedi yıldızlı oteller, diğer yanda işgal altındaki Gazze’nin kuşatma altındaki çocukları...

 

Kur’ân-ı Kerîm’de “Onlar mallarını Allah yolunda harcarlar…” (Bakara, 2/262) buyrulurken, bugünün Müslüman yöneticileri ve servet sahipleri bu ayeti sadece dinî bir öğüt olarak değil, siyasi ve ahlaki bir sorumluluk olarak da okumalıdır. Zira ümmetin bugünkü parçalanmışlığı, biraz da bu sorumlulukların ihmalinden kaynaklanmaktadır.

 

Hz. Ali Efendimiz, “Servet, şeref değildir; şeref, adalettir” buyurur. Lakin çağdaş Müslüman zihin, ne yazık ki şerefi zenginlikte, itibarı görünürlükte, adaleti ise sadece hukuki metinlerde arar hâle gelmiştir. Bu sapma, sadece ekonomik bir yozlaşma değil, aynı zamanda itikadi bir tehdit hâline gelmiştir. Çünkü müminin kalbinde dünyaya dair ne kadar fazla yer olursa, ahirete dair o kadar az yer kalır.

 

Bugün İslam âleminin dört bir yanında yoksulluk çeken halklar varken; aynı coğrafyada israfın ve lüksün tavan yaptığı tablolar, adalet duygusunu zedelemekte, halkın yöneticilere olan güvenini yıkmaktadır. Halbuki İslam’da yöneticilik, “hizmet” makamıdır. Hz. Ömer’in geceleri halkı dolaşarak aç kalanları tespit etmesi, sadece tarihî bir hatıra değil; bugünün idarecileri için bir model, bir ders, bir sorumluluktur.

 

Bugün İslam ümmeti, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir maddi imkâna sahip. Ancak bu imkân, ne yazık ki zulmü durdurmaya, mazlumu korumaya, ümmeti bir araya getirmeye yetmemektedir. Çünkü güç, yalnızca maddî varlıkla ölçülmez; hakikî güç, adaletle birleştiğinde anlam kazanır. İslam, sadece bireyin değil, toplumun ve yöneticinin de ahlâkını şekillendiren bir sistemdir. Servetin zekâtla, malın infakla, makamın ise tevazu ile yoğrulmadığı bir düzen; ne kadar “İslamî” görünürse görünsün, öz itibariyle bu hakikate yabancıdır.

 

Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” buyurarak, bireysel refahı değil, toplumsal dengeyi esas almıştır. Bugün, Gazze’de çocuklar açlıktan hayatını kaybederken; İslam âleminin lüks içinde yaşayan yöneticileri, bu hadisi kaç kez hatırlamaktadır? Kimi zaman "i’tikaf"ta, kimi zaman "iftar sofralarında" gösterişli merasimlerle yapılan dindarlık görüntüsü, halkın vicdanında ne kadar karşılık bulmaktadır?

 

Ümmetin yeniden dirilişi, sadece teknolojik gelişmelerle, siyasi hamlelerle değil; ahlakî bir dönüşümle mümkündür. Bu dönüşümün ilk adımı da, zenginlik ve gücün Allah katında birer emanet olduğunun idrakiyle başlar. Osmanlı’da sadrazam bile, padişahın huzuruna girmeden önce elindeki tüm kararları Şeyhülislam’a danışmak zorundaydı. Çünkü güç, ilmin ve ahlâkın denetimindeydi. Bugün ise ilim ehlinin sesi kısıldıkça, adalet susar; adalet sustukça da ümmet dağılır.

 

Bu makale bir feryattır; zenginleşen ama fakirleşen kalplere, büyüyen ama küçülen vicdanlara bir çağrıdır. Müslümanlar olarak bizler, yeniden “el-mü’minûne ihvetün” (Müminler kardeştir) ilkesine sarılmadıkça, servetimiz bizi Allah’a değil, dünyaya yaklaştıracaktır.

 

Son söz:

Makamlar geçicidir, mallar el değiştirir, saltanatlar yıkılır; ama bir yetimin duası, bir mazlumun bedduası asırlar boyunca yankılanır. Zenginlikten imtihana çekilen bu ümmetin kurtuluşu; ancak adaletin, infakın ve tevazuun hâkim olduğu bir dirilişle mümkün olacaktır. Rabbimiz, bizleri gücün sarhoşluğundan, malın fitnesinden ve adaletten sapmaktan muhafaza eylesin Amin.

Yakup KUTAN

SHEPPARTON VICTORIA

17 NİSAN 2025

19 Şevval 1446

 

Yorum Yaz
  • UYARI: Konuyla ilgisi bulunmayan, hakaret içeren cümleler veya imalar, inançlara saldırı, şiddete teşvik yorumları onaylanmamaktadır.