Çin’de ortaya çıkan sonradan bütün dünyaya yayılan koronavirüs salgını yüzünden milyarlarca insan korku içinde yaşarken binlerce kişi hayatını kaybetti, çok eski bir geçmişe sahip olan din-bilim tartışması yeniden alevlendi. Dinselliği ağır basan kişilerin koronavirüsten korunmak için duaya yönelmeleri, bazılarının da Allah’ın takdiri neyse o olur diyerek koronavirüse karşı tedbirsiz davranması, yine bazı din adamlarının bu hastalığın sebebini dinselliğin azalmasına bağlaması kimilerinin tepkisini çekti. Bu hastalığın dinsel değil bilimsel bir konu olduğunu söyleyenler ise hastalığa çözümün bilimden geleceğini vurguladılar.
Bu düşüncelerin iz düşümleri aslında tarih boyunca hem İslam hem de Hristiyanlık dünyasında tarih boyunca hep görülmüştür. Her iki dinin hâkim olduğu dünyada toplumları derinden etkileyen hastalık ve felaketlerin sebebi genelde insanların günahkârlığına ve dinden uzaklaşmasına bağlanmıştır. Orta Çağda sık sık görülen korkunç veba salgını bazen cinlerle, bazen de Tanrı’nın gazabıyla ilişkilendirilmiştir. 1348 yılında baş gösteren Kara ölüm, bazı yerlerde korkunç inançların ortaya çıkmasına sebep oldu. Nitekim bazı yerlerde Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için Yahudiler öldürülüyordu. Delilik boyutuna varan psikolojik hastalıklar insanın içine şeytanın girmesi olarak yorumlanıyordu. Şeytanı kovmak için hastaya işkence ediliyordu. Uzun bir süre doğa olaylarına (Gök gürlemeleri ve yıldırımlar gibi…) bilimsel yasaları uygulamak günah sayıldı çünkü bunlar özellikle Tanrı’nın eylemleriydi. Bu tür düşüncelerin benzerleri İslam dünyasında da görülmektedir. Kendi alanlarında uzmanlaşmış Birûnî, İbni Hazm, İbni Sînâ, İbni Heysem, Ömer Hayyam, Harizmî ve Uluğ Bey gibi âlim ve filozoflar medreselerden dışlanmışlardır. Müslümanlar, ne yazık ki “İsrailiyat” denilen efsaneler ve Orta Çağ bilgileriyle dolu risâle ve kitapları “itikat” olarak görmüşlerdir. Sorgulayıcı ve farklı düşünceler “felsefiyat” denilerek dışlanmış, hatta tekfir edilmiştir. Şeyhülislâm Kadızade Ahmet Şemsettin Efendi’nin “Rasathaneler bulundukları ülkeleri felâkete sürükler.” şeklindeki fetvası yüzünden Osmanlı’da tek gözlemevi olan ve Türk bilim tarihinde büyük önem taşıyan İstanbul Rasathanesi, 22 Ocak 1580’de, içindeki aletlerle birlikte tahrip edilmiştir. Akli bilgi ile vahyi bilgi karşılaştırılarak daima vahyi bilgiye öncelik tanınmıştır. Hatta akli bilgi boğulmuştur. Dolayısıyla İslam dünyasında bilimsel gelişme durmuştur.
İşte böyle inanıldığı için hastalık ve felaketlerin gerçek sebepleri üzerinde pek durulmamıştır. Bu inanışın dışına çıkarak maddi olayların sebeplerini maddi sebeplerde arayanlar ise bilimsel düşünceyi doğurmuştur. Tam da bu noktada din-bilim çatışması kaçınılmaz olmuştur. Bu çatışmanın diğer ayakları da dünyanın oluşumu ve felsefe üzerinde cereyan etmiştir. Nitekim Kilise, Giordano Bruno’ya, düşüncelerinden ve sonsuz evren görüşünden vazgeçmesi hâlinde affedileceğini söylendi. Fakat Bruno, Kilisenin teklifini reddetti. Bunun üzerine Engizisyon Mahkemesi, Bruno’nun yakılarak idam edilmesine karar verdi. Bruno, mahkeme kararını tebliğ eden yargıça, “Bana ölüm emrimi tebliğ ederken benim ölümden korktuğumdan daha çok korkuyorsun!” diyerek haykırdı. Önce dili kesilen Bruno, 1600 yılının Şubat’ında, Roma'da Campo de' Fiori Meydanı’nda diri diri yakıldı. 1616 yılında ünlü Fizikçi Galileo de Kilise’nin baskısına maruz kaldı. Ondan dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmesi istendi. Galileo,
Bruno’nun başına gelenleri gördüğü için “Dünya dönmüyor.” diyerek iddiasından vazgeçti ve yakılmaktan kurtuldu.
Dinler zamana göre değişmeyen sonsuz ve mutlak inanışa dayalı doğrulardan hareket etmektedir. Bilim ise akla, gözleme ve deneye dayalı, değişebilen ilkelere sahiptir. Dolayısıyla bu herkesçe bilinen ilkelerden baktığımızda din ve bilimin çatışmadığı söylemek doğru olmaz. Ancak bu iki alanı insanlığın geleceği için çatışmadan uzak tutmayı başarmak gerekiyor. Bunu yapmak için kanaatimce şöyle düşünülmesi gerekir: İnsan zihni, akıl ve duygulardan ibarettir. Bunların kullanıldığı yerler farklıdır. Bunlardan birini yüceltmek, diğerini alaşağı etmek yanlıştır. Mesela aklı yücelterek inanma, güvenme gibi duyguları yadsımak insanı krize sürükler. Aynı durum inancı yücelterek aklı yadsımak için de geçerlidir. Düşünülmesi gereken yerde inanmak, inanılması gereken yerde düşünmek insanı çıkmaza ve çatışmaya götürür. Yani gülünecek yerde ağlanmaz, ağlanacak yerde gülünmez. Bunun yerine insanın ve insanlığın selameti için aklı ve inancı; yerinde, zamanında ve uyum içinde kullanmak gerekiyor. Mesela koranavirüs salgını bilimsel bir konu olduğu için her şeyden önce bilime başvurmak gerekir. Nitekim hastalığın tedavisinde bilimin tek çare olduğu noktasında insanların çoğunluğu hemfikirdir. Bunun yanında insanlara moral ve motivasyon vermek için de inanç devreye sokulabilir. Fakat inanç, kişilerin tercihine bırakılmalıdır. Çünkü inançlarının farklılığı düşünülürse bu noktada ortak hareket etmek kolay değildir. Kimi İslam’dan hatta İslam’ın farklı yorumlarından kimi de diğer dinlerden veya bilimden, müzikten, başka şeylerden moral ve motivasyon alabilir. Bu nedenle hastalığın tedavisinde ilk sırada bilim olmalıdır. Eğer inancı önceleyerek işi sadece kadere, duaya dinsel kişilere, emanetlere, tembel anlayışla Allah’a havale edip bilimi dışlarsak bundan insanlar da din de zarar görecektir.
O hâlde hepimizin ortak bir nokta buluşması gerekiyor. Akıl ve aklın çocuğu olan bilim, insan hayatının yaşanılabilir olması için bir zorunluluktur. Diğer inanma, güvenme gibi duygular da insanın tercihidir. Şayet bu ayrımı bilerek bilimi ve inancı yerli yerinde kullanırsak çatışma kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
Hocam, sayende aydınlanıyoruz.