İnsan, çoğu zaman neye inanacağını, neyi düşünmesi gerektiğini bilmekte zorlanıyor. Düşünmesi gerektiği yerde inanabiliyor, inanması gerektiği yerde de düşünebiliyor. Böyle bir durumda mutlak bir yaratıcı ve onunla ilgili öğretileri kabul etmek için kullanılan inanmanın, insan hayatının birçok alanında yerli yersiz kullanılması bir sorun oluşturuyor. Bu sorun, birey ve toplum hayatını olumsuz yönde derinden etkiliyor. İnsan genelde içinden gelen bir duyguyla inanmak istediği için, kendisine kabul ettirildiği için, düşün(e)mediği için ya da belli bir noktaya kadar düşünebildiği için inanır.
Kilisenin kurucu babalarından Tertullianus, teslis inancını akıl ile bağdaştıramamasından dolayı “akıl almaz (saçma) olduğu için inanıyorum” diyor. Tertullianus, bu sözüyle inanmada düşünmenin olamayacağını, dolayısıyla inanmaya düşünerek delil bulmaya çalışmanın mantıksızlığına işaret ediyor. Clemens, “Anlamak için inanıyorum.” yargısıyla inanmada düşünmeye vurgu yapıyor. Augustinus da düşünmeyle inanmayı temellendirmeye çalıştığı için Clemens’in bu görüşüne katılıyor. Aquinolu Thomas ise “Anlamak için inanıyorum.” sözünü “İnanayım diye biliyorum.” yargısına dönüştürüyor. Ockhamlı William, inanma ile düşünmenin birbirinden farklı olduğunu belirterek inanmanın düşünmeye, düşünmenin inanmaya müdahale etmesine karşı çıkıyor. El Kindi, düşünerek inanmayı doğru buluyor. Farabi de insan mutluluğunu inanma ve düşünmenin birlikteliğine bağlıyor. İbn Rüşd, Farabi gibi düşünerek inanmanın ve düşünmenin çatışmadığı sonucuna varıyor.
Tarih göstermiştir ki inanmanın düşünmeyi boğması, düşünmenin inanmayı boğması her ikisi için de öldürücü oluyor. Her şeye koyu fideist bakış açısıyla bakılırsa düşünme gerçekleşmez. İnsan, kendisine söylenen her şeye inanır veya inanmaz hâle gelir. İnanma öyle bir noktaya ulaşır ki kendisine inandırılan her şeye mutlak, sorgulan(a)maz bir imana dönüşür. Bu durumda da insan, olaylara, olgulara, hep inanma gözüyle baktığı için gerçekleri görmede, çözmede çaresiz kalır; doğruları ve yanlışları ayırt edemez. Kendisine inanması gerektiğini söyleyenleri mutlak otorite olarak kabul ederek bir nevi üstün bir varlık hâline getirir. Bir diğer sorun da inanmayı, bilim, sanat, felsefe ve siyaset gibi alanlarda vazgeçilmez bir kriter olarak kullanmaktır. Oysa bu alanlarda inanmadan çok özgür, bilimsel, estetik ve evrensel düşünmenin olması gerekir. Mesela bir insanın, Evrim Teorisine inanması veya inanmaması düşünülemez. Evrim, inanmanın değil, bilimin konusudur. Evrim bilimsel veriler ışığında değerlendirilir, sonuç itibariyle bilimsel mantıkla kanıtlanırsa kabul, kanıtlanmazsa reddedilir.
Sorunu çözmede en etkili yol, aslında düşünmeden geçiyor. İnanarak inanmayı mı yoksa düşünerek inanmayı mı tercih edelim? Ancak burada da şu sorun çıkabilir: Düşünen biri inanabilir mi, inanan biri düşünebilir mi? Zira inanmanın ve düşünmenin tabiatında bir çelişki olduğunu, düşünenin inanmayacağını, inanın da düşünmeyeceğini düşünenler var. Tarihte daha önceleri düşünülmediği için inanılan birçok şey, düşünmenin gelişmesiyle beraber çözüme kavuşturulmuş ve inanmanın konusu olmaktan çıkmıştır. Yani düşünme geliştikçe inanma geri çekilmiştir. Bu, nereye kadar sürecektir? Acaba düşünme inanmayı zamanla yok edecek midir? Bu tür soru işaretlerine rağmen ben yine de düşünerek inanmanın tercih edilmesi hâlinde sorunun belli oranda çözüme kavuşacağına inanıyorum. Kuran-ı Kerim, bu hususta akletmez misiniz, düşünmez misiniz sorularıyla düşünerek inanmayı tercih ediyor. Yine Nahl suresinin, 90. ayetinde de Allah “düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” buyurarak düşünmeyi önceliyor. Buna rağmen İslam dünyasında düşünerek inanmadan ziyade inanarak inanma ezici bir hâkimiyete sahiptir. Dolayısıyla İslam coğrafyasında düşünmenin ürünü olan bilim, sanat, felsefe, teknoloji gelişmiyor. İslam dünyasının bu hâlini sadece Müslümanların İslam’ı yaşamamasında aramak sorunu çözmüyor, hatta daha da büyütüyor. Kanaatimce çok ciddi zihinsel, dinsel, bilimsel, tarihsel, sosyolojik ve eğitimsel sorunlar var. Bunları konuşmaya, çözüme kavuşturmaya cesaret etmek gerekir. Ezcümle inanmanın ve düşünmenin sınırlarını bilmek ve uygulamaya çalışmak, inanma ve düşünmenin çatışmasını önlemek için en doğru yoldur.
Hadiseyi NİRVANA'ya taşımışsınız Erdal Hocam. Hiç sıkılmadan okuyabilmek de cabası...