Toplumları derinden etkileyen doğal, yıkıcı felaketler tarihte hemen her toplumda çok çeşitli dinsel, sosyal, siyasal ve ekonomik tartışmalara yol açmıştır. 1755 Lizbon Depremi bunun en bilinen örneğidir. Atlas Okyanusu’na kıyısı olan Lizbon’un açıklarında deprem önce hafif sarsıntılarla başlar. Daha sonra söylenenlere göre 6 dakikalık süreye ve 9 şiddetine ulaşan deprem, binaları yerle bir eder. Bununla da kalmaz deprem korkunç yangınlara sebep olur. Kurtulan insanlar çareyi sahile koşmakta bulur. Ne yazık ki burada da depremin ardından çekilen okyanus, beş ile on metreyi bulan dalgalarla binlerce insanı yutar. Tahminlere göre 200 bin civarında olan nüfusun yarısı yok olur.
Deprem Hristiyanların 1 Kasım’da düzenlediği Azizler Günü’ne denk gelmişti. O gün kiliseler tıklım tıklım doluydu. Tam da bu kutsal günde bütün kiliseler yıkılırken gayrimeşru ilişkilerin yaşandığı evlere bir şey olmamıştı. (Daha sonraları anlaşılmıştı ki gayrimeşru evler şehrin sağlam, kiliseler ise çürük yerlerine kurulmuştu.) Peki neden Tanrı böyle bir şey yapmıştı? İşte bu durum insanların ve filozofların kafasında soru işaretlerine neden oldu. Din adamlarının depremin sebebini günahlara bağlaması sorgulandı. Ünlü filozof Voltaire, Lizbon Felaketi Üzerine Şiir’inde “Bedelidir ölümleri suçlarının, Tanrı öcünü aldı/Bu çocuklar hangi suçu, hangi hatayı işlemiş/Şu zavallılar kan içinde annesinin göğsünde ezilmiş/Daha çok mu batmıştı ahlaksızlığa, şimdi yok olmuş Lizbon/ Sefahat içinde yaşayan Londra’dan, Paris’ten/Lizbon yerle bir şimdi, oysa Paris’te dans ediyorlar.” diyerek din adamlarının düşüncesini eleştirdi. Deprem üzerinde Jean-Jacques Rousseau’yla tartışmalara girdi. Bu tartışmalar neticesinde Voltaire “Candide” romanını yazdı. Burada depremi Tanrı’nın günahkâr şehri cezalandırması olarak gören din adamlarının depreme karşı aldığı akıl almaz tedbirlerini anlattı: “Lizbon'un dörtte üçünü yok eden yer sarsıntısının ardından, ülkenin bilgeleri her şeyin yıkılmasını önlemek için halka güzel bir auto-da- fe (dinden dönenlerin ve sapkınların yakılarak öldürülmesi) vermekten daha etkili bir çare bulamamışlardı.
Coimbre Üniversitesi, büyük bir törenle birkaç kişinin hafif ateşte yakılmasında, yer sarsıntısına engel olacak kesin bir deva bulunduğuna karar vermişti. Bu nedenle, vaftiz anasıyla evlendiğine kanaat getirilen bir Biscayalı ile piliç yerken yağını çıkaran iki Portekizliyi yakaladılar… İkisini de güneşin kendilerini hiçbir zaman rahatsız etmeyeceği, son derece serin iki ayrı daireye götürdüler. Sekiz gün sonra her ikisine birer Sanbenito (tövbe giysisi) giydirdiler. Kafalarını kâğıttan külahlarla süslediler…. Bu kılıklarıyla alay hâlinde yürüdüler ve çok dokunaklı bir vaazla onun ardından çok sesli söylenen güzel bir ilahi dinlediler…Biscayalı ile yağ yemek istemeyen iki adam yakıldılar…
Aynı gün toprak korkunç bir gürültüyle yeniden sarsıldı.” (Altıncı Bölümden) Rousseau da “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” ve “Toplum Sözleşmesi” kitaplarını yazdı. Rousseau, siyasi ve dünyevi işlerin merkezinde gördüğü dini, bunların dışına çıkardı. Depremle ilgili üç makale yazan Kant ise depremi Tanrı’nın gazabı olarak gören açıklamalara karşı çıkarak depremin doğal sebepleri olduğunu söyledi. Ona göre Lizbon Depremi’ni Tanrı’nın gazabı olarak görmek bir münasebetsizlik ve dalkavukluktu. Kant, böylelikle depremleri bilimle açıklamanın yolunu açtı. Yapılan tartışmalar sonucunda depremin ilahî değil, doğal kaynaklı olduğuna varıldı. Bir devlet ilk kez deprem karşısında sorumluluk aldı. Bu depremden 268 yıl sonra bizde 6 Şubat Maraş Depremi oldu. Canımız ve sahip olduğumuz her şey korkunç bir acı içerisinde yok oldu.
Bizde de yukarıdakine benzer tartışmalar oluyor. Akademik kariyeri olan bazı kişiler dahi depremde hayatını kaybedenlerin, vadelerini doldurdukları için o an başka yerde olsalar da öleceklerini söyleyerek depremi ve ölümleri kadere bağladılar. Daha gerçekleri, ihmalleri, sorumsuzlukları, yanlışları görmeden olayı yalnızca böyle kadere bağlayanları merhum Mehmet Akif Ersoy, dini maskaraya çevirmekle dine kara çalmakla suçluyor. Böyle düşünenleri sorumluluktan kaçarak bütün suçu Allah’a yüklemekle yerden yere vuruyor. Akif’in yıllar önce gördüğü bu düşünce bozukluğunun bugün hâlâ doğruymuş gibi söylenmesi aydınlanma sorunumuzun olduğunu göstermiyor mu? Aydınlanmayı başarmayan toplumlar, doğal felaketler karşısında çaresiz kalırlar.